261 views 13 mins 0 yorum

SAKLANAN VE BULUNAN

In Öykü
Haziran 22, 2023

BİRİNCİ BÖLÜM

Bulunduğu yerin tenha olduğunu zannederek ilerledi. Etrafına bakındı. Rüzgar haşindi. Sağ elini alnının hizasına asker selamı yapar gibi kaldırdı. Bütün dikkatini kesfederek tekrar etrafına bakındı. Gözlerini daha net görmesi için zorluyor işaret parmağıyla gözlerini ovuşturuyordu. Sol elindeki çanta ağırlığını henüz hissettirmeye başlamıştı. Sanki bu çantada Karun’dan yada Mansa Musa’dan kalma paha biçilmez mücevherler varmışta bunu herkesten koruması gerekiyormuş gibi telaşla yürüyordu. Her adımında gözetlenme ne idüğü belirsiz kimseler tarafından takip edilme korkusu vardı. Aniden arkasına döndü. Hiçbir şey görünmüyordu. Peki gözünün önüne gelen gölgeler de neyin nesiydi? Kendisini kaplayan vehimlerden kurtulamıyordu. Aman Ya Rabbim, İnsanoğlunun eşyayı tahayyül etme gücü ne kadar büyük. Olanı, olmayanı, görüneni, görünmeyeni bilinçaltının derinliklerinden gelen ve sakin suda bile hızla akıveren su böcekleri gibi zihninin en kuytu görünen yerlerinde canlandırıveriyordu. İçerisinde henüz ne olduğunu bilmediğimiz çantasını sessiz, tenha, üzerinde hiçbir yaşam  belirtisi olmayan bir yere gömmek istiyordu. Yavaş ve temkinli adımlarla ilerlerken üzerindeki koyuluk ve nemlilikten yumuşak olduğu izlenimini veren koyu kahverengi toprağı fark etti. Toprağı eliyle eşeledi. Hakikaten zemin oldukça yumuşaktı. Fakat yine de alt tabakanın bu kadar yumuşak olduğundan emin değildi. Çünkü hemen karşısındaki, çam ağacının kökleri çok yüzeydeydi. Eğer alt tabaka sertse kazmak için epey çaba sarf edecekti. Bu riski göze alamazdı. Bu süre içinde her an biri gelebilir radarlı gözlerin ve dikkatli bakışların hedefi olabilirdi. Hemen bu fikirden vazgeçerek ilerlemeye devam etti. Yalnızca rüzgarın hışıltısı ve yaprakların hafifçe kıpırdaması duyuluyordu. İçindeki tedirginliği, adımlarını daha da yavaşlatarak bastırmaya çalıştı. O haliyle ayağı yaralı bir kaplumbağayı andırıyordu. Kaplumbağa gibi ürkek ancak daima müteyakkızdı.  Tehlike anında çekileceği bir kabuğu olsa işi pek rahat olurdu. Kendi kabuğuna çekilmek şu dünyada insanın yalnızca mecazen yapabileceği bir şey. Kabuksuz olduğumuza göre hepimiz yarım bir homeless sayılabiliriz. Hatta gerçek homeless’lar her an altına girebilecekleri istedikleri zaman istedikleri yerde uyuyabilecekleri battaniyelere sahip olmakla bize göre daha kabuklu ve evli sayılabilirler. Bütün bunlar onun zihninden de geçmiş midir bilinmez. Ancak onda kesin olan şey her erkekte olan özgüvene sahip olmasıydı. Amansız bir rüzgar çıksa böğrünü açıp meydan okuyabilir, aksi bir maymunla daldan yüksek oynayabilirdi. Bu özgüveni biraz da cebindeki bayağı boyunburan işlemeli küçük bir çakıya borçluydu. Herhangi bir tehlikeyle karşılaşırsam hemen çakıma davranırım diye kendisini teselli ediyor içindeki şizofrenik takip edilme hissini bastırmaya çalışıyordu. Ağaçların arasından süzülen ışık, gözlerini kamaştırıyor, gölge ve ışık arasında gidip gelen hayvanların hareketleri, onu tedirgin ediyordu. Yolunu kaybetmekten korkmuyor değildi. Yolun başından beri geçtiği güzergahtaki ağaçlara çakısıyla işaret koymayı ihmal etmemişti. İlerledikçe, yorulmaya ve susamaya başlamıştı. Ağzı kurumuş, dili damağına yapışmıştı. Bir su kaynağı bulabileceği umuduyla bakınmaya başladı. Ama gördüğü tek şey kuru yapraklar, bodur ağaçlar ve çalılıklardı. Birden, uzaktan bir su sesi duydu. Kulaklarını dikti ve sesin geldiği yöne doğru koşar adımlarla ilerlemeye başladı. Yeşilliklerin arasından sıyrılıp dereye ulaştı. Derenin kenarına eğilip elleriyle su içti. Su, soğuktu. Ağzına gelen yosunlara aldırmadan kana kana içti. Biraz rahatlamıştı… Elle su içmek anlık tefekküre neden olan basit davranışlardan biridir. Su günlük hayatımızda en çok elimizle temas kurar. O da su içerken ellerin arasında sızarak damlayan su tanecikleri gözyaşlarına benzetmişti. Gözyaşlarımız da sevinç ve üzüntü durumlarında gözümüzden sızan su damlacıklarıdır diye düşündü. Çünkü insan mutluluktan gülerken de üzüntüden ağlarken de su sızdıran bir varlıktı. Bu sızıntıyı ne mekanik bir düzenekle engellemek mümkün oluyordu ne de hisleri bastırmakla. Akacak olan bir yolunu bulur ve akardı. Düşünceli adımlarla derenin akışını takip ederek ilerliyor kimsenin göremeyeceği ve rahatlıkla kazabileceği bir yer bulmak ümidini hiç kaybetmiyordu. Derenin bazı yerleri kayalık ve dikti. Zorlukla ilerliyor, bazen suya düşüyor, bazen de kayaların arasında sıkışıyordu. Üstelik dere boyunca başka hayvanlarla da karşılaşıyordu. Bir defasında bir yılanın önünden son anda kaçmıştı. Bir başka sefer de sarı kız denilen ve köylülerin ‘’bi sokarsa adamı delirtir alimallah’’ diye nitelendirdikleri zehirli bir akrep görmüştü. Nihayet dereyi takip etmenin çok tehlikeli olduğuna kanaat getirerek vazgeçti. Başka bir yol bulması gerekiyordu. Uzaklarda bir ışıltı fark etti. İlk anda bu ışığı zihninin oynadığı bir oyun zannetti. Etrafa dağılmış ışık huzmesi onu bu vehimden kurtardı. Bu ışıklar belli belirsiz görünen kulübenin solundaki lambadan geliyordu. Kulübeye doğru ilerledi.  Kulübe küçük ve eski görünüyordu. Kimin yaşadığını merak etti. Belki de biraz dinlenmek için iyi bir sığınak olabilirdi kulübe. Davranıp kapısını çaldı. Ama kimse cevap vermedi. Kapının kilitli olmadığını fark etti. Başına bela gelme ihtimali olsa bile merakına engel olamazdı. İçeri girmeye karar verdi. Kulübenin içi karanlık ve pis kokuyordu. Gözleri alışana kadar bir müddet bekledi. Ortada bir masa, bir sandalye, bir yatak ve bir dolap olduğunu gördü. Masanın üzerinde birinci büyük harpten kalan İngiliz işi bir telsiz duruyordu. Telsizlerle arası çok iyiydi. Telsizi görür görmez hangi milletten ve hangi markadan olduğunu, hatta yapım yılını dahi tahmin edebilirdi. Bir kitapta, ortamı uzay olan telsizin, kablolu telefon ve telgraf gibi telli bağlantı ürünleri üzerine nasıl bu kadar hızlı bir şekilde tahakküm kurduğunu hayretle okumuştu. O günden beridir telsizlere ayrı bir ilgi duyuyordu. Telsizi iyice inceledikten sonra çift kapaklı eski ve nostaljik bir izlenim veren dolabı araladı. Açar açmaz gördükleri onu şaşırtmıştı. İçinde silahlar, cephane ve barbunya, közlenmiş patlıcan ve ton balığı gibi çeşitli besinlerden oluşan konserveler vardı. Kulübenin sahibinin kim olduğunu anlamaya çalıştı. Bir avcı mıydı? Bir asker mi? Yoksa bir terörist miydi? Güçlü adımlarıyla arka odaya yaklaşırken, yüreğindeki cesaret korkunun yerini almaya başlamıştı. Derin bir nefes aldı ve kapıyı yavaşça itti. Kapı sessizce açıldı ve içeriye girdi. İlk anda karanlık ve pis kokular onu rahatsız etse de dağınık eşyaların ve yiyeceklerin eski ve yağmalanmış bir sığınağı andırdığını fark etti. Bu rutubet kokusu da nereden geliyordu? Peki bu fare sesleri? Sorular ve sesler zihninde dolanıp duruyordu. Sanki beyninin lobları arasında bir takım münazaracılar vardı. Dumanlı ağızlardan çıkan soruları cevaplayarak birbirlerinin ağzına tekrar tıkarak, garip bir gürültüyle arz-ı endam ediyorlardı. Gözleri alıştıkça, kulübenin köhne görüntüsü yerini gizemli bir atmosfere bıraktı. Sandalyeye oturup, çevresindeki nesneleri inceledi. Kulübenin sahibinin son zamanlarda burada olmadığı açıktı. Masa üstündeki telsizi eline aldı ve frekansı ayarlamaya başladı. Belki de kulübenin sahibine ulaşabilirdi. Aslında buna gerek de yoktu. İstediği tenhalığı burada bulmuştu. Yine de gizemli olanı ortaya çıkarmak karanlık olanı bir nebze olsun aydınlatmak kalbinin karşı koyamadığı bir arzuydu. Nihayet bu arzuya yenik düşerek telsizin frekansını ayarlamayı başardı. Bir müddet bekledikten sonra onu pek, biraz hırıltılı fakat kendinden emin kalın bir ses karşıladı. Buyurun efendi bay Haril dedi. Ne yapması gerektiğini bu sese nasıl karşılık vermesi gerektiğini bilmiyordu. Uzun müddet kekeme bir çocuk gibi ağzı titredi, ‘’bebebeben’’ diyecekti ki son anda vaz geçerek telsizi ani bir kararla kapattı. Gözlerine sarkan saçını titreyen elleriyle sola doğru yasladı. Daha sakin bir şekilde profesyonellere özgü bir cesaretle yaklaşmalıydı olan bitene. Tam kulübeden çıkıp etrafı kolaçan etmek isterken gözüne kapının sol arka tarafındaki eski bir kilim takıldı. Detaylara takılmayı çok severdi. Kilimler hakkında en ufak bir bilgisi olmamasına rağmen ejderha motiflerinin ve gonca yapraklı irili ufaklı çiçeklerin gelişi güzel işlenmediğini tahmin etmişti. Eliyle kilimi inceledikten sonra kilim altında kesiklere benzer bir iz olduğunu fark etti. Gizli bir tünele açılan bir kapaktı bu. Hemen kilimi bir kenara bırakarak beton kapağın tozlarını elleriyle sildi. Az önceki heyecanından eser kalmamıştı. Korku ve tedirginlik yerini şuh bir soğukkanlılık ve mütecessis bir dinginliğe bırakmıştı. Değişken ruhi yapısının kimi zaman yorucu olduğunu düşünse de en akıl almaz zamanlarda pek açık faydalarının olduğunu hayretle izliyordu. Beton kapağı yavaşça kaldırdığında…

Zâfir Uyaralp

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.