
Morto
İdam edildi. İntihar diyen de var. Heykelleri sokakları süsledi. Rejim değişti. Heykelleri idam edildi. Rejim değişti. Heykelleri yeniden sokakları süsledi. Bu defa bir özrün telafisi gibi daha şatafatlı. Kalabalıklar toplandı. Şairler kendi düşmanlarını anlattılar büyük meydanda, kendi dostlarını anlatır gibi. Rejim değişti. Heykeller yıkıldı, meydanlar boşaldı. Taşlar çatladı, bronzlar eridi. Yeni kahramanlar yaratıldı. Yine heykeller dikildi. Kalabalıklar toplandı. Siyasilerin aydınlık gelecekten bahsettiler karanlık geçmişlerini umursamadan. Büyükler, fırfırlı yakalarını silktiler. Artık daha emin adımlarla yürüyorlardı. Taşlar yerli yerindeydi. Tutarlı olmak gereksizdi. Çünkü bütün sistem ötekinin tutarsızlığı üzerine kurulmuştu. Tek bir ilke vardı: Karşındaki ne yapıyorsa tam tersini yap. Bu sefer rejim değişmedi. Heykeller de yıkılmadı. Algı oyunları keşfedildi. Daha masrafsız. Siyah arka planlara beyaz yazılar yazdılar. Elden ele dolaştı. Doğrular biçimsizleşti, yanlışlar pürüzsüzleşti. Büyük sözler söylendi. Küçük insanlar geçmişteki ihtişamlı devletlerini yeniden kurdurlar. Topraklarını genişlettiler. Peynir gemisinin yürümediğini kimse anlayamadı. Her şey, görünüşün aldatıcı maskesi altında yapıldı. Kimse ne yaptığını söylemeye mecbur bırakılmadı. Heykele atıflar yapıldı. Ehven-i şer fikri, kalabalıkları sersemletti. Sersemlik vurdumduymazlıkla birleşti. Nihayet hipnoz bitti. Toplum idam edildi. İntihar diyen de var.
Karanlık Gerçektir
Yıldızlar olmasaydı, gece kalın bir perde gibi serilirdi üstümüze. Zifiri karanlık. Ne ışık sızardı ne de umut. Yıldızlar, karanlığın ne kadar derin olduğunu hatırlatırken, aynı zamanda ona direnmenin mümkün olduğunu da gösterir. Yapay ışıklarla beraber karanlığa direnç gösterirler. Öyle ki, karanlık yokmuş gibi algılanmaya başlanır. Ama Sirius bile, en parlak sokak lambası bile bunu gizleyemez: Karanlık gerçektir ve hep oradadır; o lambanın hemen arkasında, gölgelerin içinde, göz kapaklarının ardında…
Karanlıkta suç işleyenler gerçekten korkak mıdır? Yoksa karanlık sayesinde cesaretlerini sınama fırsatı mı bulurlar? Aydınlıkta suç işleyenler gerçekten cesur mudur? Yoksa karanlıktan mı korkarlar ya da bir tür çaresizlik içindeler midir? Gölgelerin arasında koşturan yüzler, niyetler ve vicdanlar net değildir. Suç, vicdan, korku, cesaret… Bunlar hep aynı kaynaktan gelir: İnsanın kendi içindeki derinliklerden. Derinliklere korkmadan bakabilirse içinde yanmaya devam eden bir ışık olup olmadığını görebilir. En berbat haldeyken dahi onu bulmak, belki de karanlıkla aralarındaki en çekişmeli mücadeledir.
Kararında Hikaye
Hava soğuktu. Sonbaharda dökülen yapraklar her yeri sarmıştı. Omzumda İtalyan işi çifte tüfek kulağımda Saian’ın Kanunsuzlar’ı en ufak ses çıkarmadan ormanda ilerliyordum. Kanunsuzlar, çoğu kelimenin anlamını bilmememe rağmen sokak jargonuyla, ihtiyacım olan gerilimi ve eğlenceyi aynı anda hissettiriyordu. Delikanlı ruhuna sonuna kadar bürünmüştüm. Uçanı, kaçanı anında görüp haklayacak duruma gelmiştim. Sanki dünyanın bütün ormanlarına racon kesmeye çıkmıştım. Avcılar için sesin ne kadar önemli olduğu izahtan varestedir. Ama benim için sesin bir önemi yoktu önemli olan moda girebilmemdi. Gözlerimi, panoramik çekim yapar gibi belli bir hızda sağa, sola, yukarıya, aşağıya yavaş yavaş çevirerek dikkatlice ormanı tarıyordum. Gölge gibi görünen, en ufak aydınlıkta kayboluveren varlıklar, kurt kadar güçlü insan kadar zeki, doymak bilmez iştihaları ile insanlara saldıran tüm o canavarların köylülerin hikayelerinden çıkıp, civarıma gelemeyeceklerini biliyordum. Bu hikayelerin asıl amacı benim şu anda olduğum gibi bizleri teyakkuzda tutmak ve tehlikenin hemen her köşede gizlenebileceğini hatırlatmaktan başka bir şey değildi. Emin ve kabadayı adımlarla ilerlemeye devam ederken gözüme daha önce hiç denk gelmediğim bir şey takıldı. Paltom yere değmeyecek şekilde hafifçe çömelip uzandım. Parlak eski bir pusulaydı bu. Parmaklarım, pusulanın soğuk metaline dokunduğunda kazınmış çizgilerle beraber silinmek üzere olan yazıyı fark ettim. Üzerinde ‘’Söyle bana delikanlı, hangi rehber yanıltmaz seni’’ yazıyordu.
Pusulayı elime aldım. Soğuk metali avucuma yapışmış gibiydi. Üzerindeki not beni sanki bir bilmece çözmeye zorluyordu. “Hangi rehber yanıltmaz?” diye kendi kendime mırıldandım. Bu, avcılıkla ilgili bir şey olmalıydı. Her avcının bir rehberi vardır: yıldızlar, rüzgar, ayak izleri, içgüdüler… Ama hangisi yanıltmaz?
Bir an durup düşündüm. Notu yazan kişi beni burada bir sınava tabi tutuyordu, bu belliydi. Ama bu sınavın amacı neydi? Başka hikayelerdeki karakterler olsa bu pusulanın ve sorunun peşinden giderdi. Ben öyle yapmadım. Pusulayı elime alıp olabildiğince uzağa fırlattım. Böylece kendi hikâyemin dengesini bozmuştum. Her ne konuda olursa olsun biz dengede kalmaya çalışsak bile dünya buna izin vermez. Rüzgâr, su, zaman, soyutlar, somutlar… Hepsi bizi sürekli iter, çeker. Tek yapabileceğimiz, bu dengesizliğin içinde küçük, aykırı anlar ortaya koymak. İşte o anlar bizim kararlılığımızdır, denge diye nitelendirdiğimiz şeyin bizatihi kendisidir.
Gökyüzü griye dönüyordu. Orman, sisle örtülmüş bir tablo gibi cansız ve duygusuz görünmeye başlamıştı. Bu havada av anlamsızdı. Ancak yola çıkan tüfeğin patlaması gerekiyordu. İkinci atışımda istemeden bir kuşu vurdum. ‘’Öldü, kim ısıtır artık onun ellerini’’. Kulağım da Kanunsuzlar çalmaya devam ederken zihnim Beydeba’nın sözünü tekrarlayıp duruyordu: ‘’Hiçbir şey kararında değildir dünyada’’, ‘’Her şey zamanla değişir.’’ Belki bu hikaye bile.
Hızlandırılmış Fasıl
Gözlerini açtığında önünde sağa ve sola açılan kocaman bir perde gördü.
Sahne, ardı sıra değişiyor; mekân kayboluyor, karakterler birbirine benzemeye başlıyordu. Bir figür kayboluyor, diğeri hemen ardından beliriyordu. Perde aralandıkça, hayatın karmaşası sahneye yansıyordu. Bir kadın, vazoyu masanın üzerine koymaya çalışıyor, tam yerleştirecekken, ansızın beliren bir tereddütle duraklıyordu. O an, güçlükle ayakta durmaya çalışan çocuğun yere düşmesiyle birlikte, salonda çığlıklar yankılanıyordu…
Arzu, acı, şiddet, iştiha, özlem ve ihtirasın aynı coşku ile oynandığı oyun o kadar doğaçlama ilerliyormuş gibiydi ki kimse kurgudan çıkılıp çıkılmadığını kestiremiyordu. Kimse oyunun nerede bittiğini, gerçekliğin nerede başladığını anlayamıyordu. Gülünç bir komedya, beklenmedik bir dramaya dönüşmüştü. Gözlerini kapattı bir daha açmadı.
Ansızın Geçen
Rüyamda her şey netti, hatırlamaya çalıştım; birden silikleşti, kayboldu. Unutmaya çalıştım, zihnimde yankılandı, beni sersemletti. Ne unuttum ne de hatırladım. Rüya, o ince çizgide, beni iki dünyada da kaybolmaya sürüklüyordu. Gerçekte ise her şey bulanıktı, hatırlamaya çalıştım; çoğunu hatırladım. Unutmaya çalıştım, çoğu zaman aldı. Ne tam unuttum ne de tam hatırladım. Gerçek, o ince çizgide sadece sürüklüyordu.
Portakal ve Ölüm
Elimdeki portakalın, kabuğunu soyarken etrafa yayılan keskin koku.
Ne tuhaf, diyorum kendi kendime, rengiyle, kokusuyla, dokusuyla nasıl bu kadar canlı olabilir?
Dalında yeşeren bir çiçek, olgunlaşıp turuncu bir meyveye dönüşüyor. Vaktinde koparılmazsa çürüyüp gidiyor. Tazecik doğan insan gibi. Ham meyve, ham insan. Buruşmuş kabuk, kırışık beden. İnce zarlarla ayrılmış dilimleri ekşi ya da tatlı.
Portakalın son dilimini ağzıma atıyorum. O yoğun tat, bir anda kayboluyor. Beraberinde kokusu da. İşte o an, fark ediyorum: Portakal, anı ve ömür… Hepsi geçiyor. Ama geçmişte, o kokunun anısı, o tadın bıraktığı şeyler kalıyor.
Elimde yalnızca portakalın kabukları kaldı.
O kabuklar ya bir toprağı besleyebilir, ya yalnızca avuçlarımda bir hatıra olarak kalabilir ya da bir çöp. Biliyorum ki, hiçbir şey tamamen kaybolmaz azalmakla, ölmekle, yitip gitmekle.
Modern Orta Dünya
Orta Dünya’da alt tabakada olmak mı? Bir günlüğüne o pisliğin içine girsen, anlardın. Ama tabii kimse anlamaz. Her gün aynı döngü. Gözlerimi açarım, çamur kokusu gelir önce burnuma. Bütün dünya bu çamurdan yapılmış gibi. Sabahları, gün henüz doğmadan, alacakaranlıkta çıkarsın yola. Gökyüzünün koyu griliği efsunlu dumanlara karışır ve o an anlarsın: Burası senin dünyan. Omuzlarında taşıdığın ağırlık, ne zaman hafiflese başka bir yük eklenir… Modern dünyanın alt tabakasındasın artık, bu sefer çamur yerine demirle, betonla kaplı bir dünyada. Her vardiya, bir öncekinin tekrarı. Eller hep aynı ritimde çalışır, makineler hep aynı sesleri çıkarır. Zamanın akışı da boğucu bir döngüye dönüşür. Binlerce sabah, binlerce akşam, binlerce sıklet, binlerce tekrar, binlerce yorgunluk ve binlerce ölüm.
Ortak Miras
Bu devasa kuleleri, kocaman sarayları, yılankavi yolları sizler mi yaptınız?
Bilmiyorum
Peki elindeki kazma kürek ne?
Onlar daha iyi bilir
Kimler?
Yüzyıllar sonra bütün o saydığın koca koca yapıtları sanki kendileri yapmış gibi, tüm insanların ortak mirasıymış gibi anlatan beyaz gömlekli ütülü pantolonlu üstün insanlar.
Peki siz?
…
Ö. Talha Kavas
Fotoğraf: https://pin.it/8f1qRnYMs