187 views 19 mins 0 yorum

Sinemanın Aslı ve Astarı*

In Düşünce
Ağustos 02, 2022

İnsanın yapıp etmeleri, ağzından çıkan sözleri, bu sözlerini doğrulayan yahut yanlışlayan hayatı dolayısıyla, şahsiyeti kıvamını bulur. Ferdin yüksekliği hayatını bir mutabakat üzere sürdürmesiyle alakalıdır. Kal ile halin mutabakatı insanı ruhî olarak fevkalâde (adet üzere olanın üstüne) yerlere taşır. İnsan olmak makamının ne ehemmiyetli bir makam olduğunu, asıl vazifemizin bu mesele üzerine bina edildiğini bilenler hayatlarını bu mutabakata sadakat üzere sürdürmek niyetindedirler. Okuduklarımız, ilgilerimiz, zaaflarımız, hassasiyetlerimiz, izlediklerimiz şahsiyetimizin izlerini taşırlar. Bir Hollywood filmini ızdırap çekmeden izlemek ve üstüne beğenmek, tavsiyeye şayan bulmak modern dünyanın istediği prototipde bir insan hüviyetine büründüğünü ikrar demektir. Kalbin ötelendiği, üzerinin örtüldüğü (küfr örtmek demektir) ve aklın, rasyonel, katı aklın iştihanın emri gereğince insanı ele geçirdiği bir insan tiplemesinin insanlığın içinde bulunduğu sosyal, iktisadi, ruhi bunalımlara karşı bir rahatsızlığı da dikkati de söz konusu değildir. Bu dünyanın devamı tam da bu insan tiplemesinin devamıyla ilişkilidir. Bu tip yerini kalbe dönüş gerekliliğini hisseden, ruhî bunalımlarının şifasının katı akıl yoluyla değil kalp yoluyla, kalp tabipleri yoluyla mümkün olduğunu idrak eden insana bıraktığı takdirde ibre tersine dönecektir. Modern dünya kendini pazarlamadığı müddetçe ayakta duramayacağını bilen bir dünyadır. Bu sebeple her taşın altında yuvalanacak kadar yayılma anlayışını adım başında aksettirerek insanlara sarılır. Sinemanın kıymet ifadesi dile getirilirken dikkat edilmesi gereken husus her sanat türü gibi sinemanın da insanı uçlara götürme selahiyetine sahip olduğunu bilmektir. Mutlak bir reddediş de güzelleme de sinemanın mevziisine tevdisini (yani adaletin tecellisini) sağlamayacaktır. Bu hususta Türkiye’nin kıymetli düşünürlerinden Enver Gülşen’in sinema sanatındaki tespit ve arayışları büyük bir imkanı barındırmaktadır. Bu yazı sinema sanatı hususunda hem telifatından hem de kendisinden bizzatihi faydalandığımız Enver Gülşen’in sunduğu perspektif üzerinden ilerleyecek, muhtasar olarak sinemanın imkanlarına değinilecek, son olarak ise sinemayla şahit olmanın ne manaya geldiği ortaya koyulacaktır.

Sinemanın Doğuşunun Dünyanın Ölümüne Denk Gelişi

Batı’nın Rönesans çığırıyla başlayan macerasının insanoğlunu getirdiği yerin anlamın tamamen kaybına denk düşmesi manidardır. Kilise’nin tahakkümü altında ezilen ferdin özgürlük çığlıklarıyla daha müreffeh bir hayata sahip olacağı inancı, bugün insanın eksikliğinin ancak makineler yardımıyla giderilebileceği inancına kadar (transhümanizm) varmıştır. Katı akla verilen pay ve gönlün gitgide silikleştiği bir manzarada insan tekleri hür olduklarını iddiayla günlerini geçiren gönüllü kölelere dönüşmüş vaziyettedirler. Bu minvalde sinemanın, ortaya çıkışı itibariyle bu köleliğe bir zincir daha eklemesi de, zincirlerin kırılması yolunda bir meyille insanoğlunu donatması da mümkündür denilebilir. “Sinema, Batı düşüncesi ve sanatının kriz noktasında ortaya çıkmış bir sanat olarak, insanlığın “yeni söz” arayışının, yani karanlığın zirvesinde gerçekleşmiş bir doğum anının ismidir. Bir yandan içinden çıktığı karanlığın unsurlarını “bedeninde” barındırır; öte yandan, içine açıldığı “yeni söz”ün aydınlığını “akleden kalbinde” ifşa eder.” Doğumun gerçekleştiği ortamın doğan şeyin o ortamdan kaçırılmazsa sıhhatini etkileyeceği bir gerçektir. Hatta doğumun ölüme, ölü bir doğuma kalbolmaması için de ilk doğum anındaki ortamın doğan şey için tehlikesi açıksa tamamen terki elzemdir. Batı’nın insanoğlunu getirdiği yerin ne’liği gören göze âyândır. Bu ortamı var kılan şartlar ve istekler doğrultusunda bir sinema anlayışı insanı diriltmek şöyle dursun kendiliğinin yolunu tamamen kapatacak, mühürleyecektir. Sinemanın doğumundaki menfi manzaraya rağmen müspet bir yere varmak da mümkündür. Yeni bir söz arayışı, hatta sözü aşan, dolayısıyla dil hapishanesinden bir kaçışı, dar boğazdan uzaklığın imkanını sunan sinemanın bugünki hali için de ilk zamanki hali için de hakikate kapı aralayacak bir yolu büsbütün sunduğu söylenemese de bunu bir imkan olarak barındırması ve nadirattan da olsa örneklerini ortaya koyması hayli kıymetlidir. Enver Gülşen’in ifadesiyle: “Dilin, sözün ve kavramların ötesinde, bunlardan hayatın kucağına firar eden ve hakikatin soluğundan nasiplenen bir yeni söz… Mevcut sinemanın en az yüzde doksan beşinin profanlığına inat, sinemanın potansiyel olarak barındırdığı güç tam buradadır. Mevcut olanın ötesinde “mümkün”ün potansiyeli…”

Ana Akım Sinemanın Tezekkürü Değil Nisyanı Tetiklemesi

İnsanı insan kılan en önemli hususiyetlerinden biri de hatırlaması/tezekkürüdür. Allah’a elest bezminde verilen misak insanı yeryüzünün halifesi olmak makamına muhataplığa ulaştırmıştır. O misaka dair tezekkür (bu tezekkürü kemâlen din yâni İslâm sağlar) insanı esfel-i safilinden ekmel-i kâmiline vardırır. Ekmel-i kâmilin makamında (insan olarak) Hazreti Peygamber aleyhisselam vardır. Hakikat-i ferdiyye odur ve insan olmanın tüm mükemmeliyeti onda cem olmuştur. İnsanın hayat seyrinde onun hatırlamasını sağlayacak ne varsa kıymetlenir. Ne ki tezekkürü değil nisyanı yani unutmayı tetikler o insanı kendiliğinden uzaklaştırır. Ana akım sinema da insanın nefsani yanına hitap etmesi, zaman idrakine dokunmak yerine zamanı kıymetsizleştirici, uçucu hale getirmesi sebebiyle nisyanı tetiklemektedir. Hollywood gibi ana akım sinema türleri Gülşen’in deyimiyle: “[…] sinemanın unutturma ve “sanallaştırma” özelliğini kullanır. Sinema seyircisi, koltuğa oturduğu an, kendisi için üretilmiş, bambaşka ve genellikle hakiki hayatla ilgisi olmayan bir “sahteliğin” büyüsüne kapılır.” Bu sahtelik insanı tezekkürden dolayısıyla ahdinden, kendisinden, kendisini şerefli kılan hususiyetinden uzaklaştırmak için üretilmiştir. Sanallığın gerçeğin yerine ikame edilmesi, gerçekliğin de sanallığı üretenler eliyle büsbütün dizayn edilmesi konusu bugün göz ardı ettiğimiz taktirde sonraki nesillerimiz için yalanla örülü, sahte, Baudrillard’nın deyimiyle simülatif bir dünyayı onaylamamız, cinayete ortak olmamız manasına gelmektedir. Hele hele şu sıralar “meta-verse” gibi mevzuların ayyuka çıktığı vasatta mevzunun kökenini ıskalamak dünyanın yok oluşuna göz yummak demektir. Hollywood gibi sinema anlayışını tamamen nefsani bir yere rapteden akımların temsil ettiği zihniyeti Batı’nın kendi tarihinden kopuk okumak meseleyi ıskalamaya varacaktır. “Hollywood, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi neo-liberal Batıcı değerlerin taşıyıcısı ülkelerin silahla, ekonomik güçle yapamadıklarını “sanat” yoluyla yapmak üzere vardır. Köksüz post-modern gösteri(ş) sanatlarının bir dışavurumudur. Bir “mistik” hakikat mi anlatılacak; Avatar gibi, Inception/Başlangıç gibi filmlerle elbette bunu da onlar yapacaktır! Bize, kendi okyanusumuzdan, kendi at gözlüklerinden görüp manipüle ederek zehirledikleri bir tas suyu ikram edecek, bizler de ayran budalası gibi kana kana içeceğiz…” Muhalefetin, mistik bir anlatının sunumunun dahi Batı filtresinden geçtikten sonra yürürlüğe koyulması gerçeği bugün bizi pek de meşgul etmeyedursun, atı alan Üsküdar’ı da Türk topraklarını da çoktan geçti. Toprağın ayağımızın altından kaydığını dile getirmek ve bu hususu sinemanın propoganda yaparak zihinleri dönüştürmesine dair sessiz kalmak su üstüne yazı yazmak manasındadır.

Şiir İdrakıyla Sinemayla Muhatap Olmak

Yukarıda sinemanın esfel ile ekmel arasındaki insanın yolculuğunda denk düşeceği yerin esfel olana raptolduğu takdirde insanı nisyana sürükleyeceğini ve kendinden uzaklaştıracağını dile getirdik. Ana akım sinemanın nefs merkezli duruşuna karşılık şiir idrakıyla sinemayla muhatap olmanın insana hatırlatacağı şeyleri dile getirmek sinemanın güzel, doğru, iyi olana doğru insana vereceği zarif meyli idrak ettirecektir. Evvela Tarkovski’nin “Görüntü, yönetmen tarafından şöyle ya da böyle ifade edilen bir anlam değil, yağmur damlalarında yansıyan bütün bir dünyadır.” sözünü hatırlayalım. Gülşen bu hususta şöyle der “Bilme biçimlerini temel olarak ilme’l yakîn, ayne’l yakîn ve Hakka’l yakîn olarak , sınıflandırırsak; film sanatı ilk iki basamağı son derece güçlü bir şekilde kapsayıp üçüncü basamağın “kokusunu vermekteki” başarısıyla “düşüş öncesi” şiirin tüm izlerini yüreğinde taşır. Varlığın neyse o şekilde, ama olabildiğince çok boyutlu, çok anlamlı “kendini açmasıdır” film görüntüsü.” Tarkovski’nin kısa cümlesinde ifade ettiği; görüntüyü hayatın gerçek yüzüne denk tutucu, unutturucu yahut saptırıcı tarafıyla değil, tüm cazibesi ve ne ise o’luğuyla yansıtıcı tarafında insanı uyuşturmak değil dikkate sevketmek, insana tahakküm kurmak değil şahit olmanın başlı başına kıymet ifade etmesi anlayışı fâş olur. Gülşen’in yorumundan da zahir olduğu üzere varlığın kendini açması olarak ifade edilebilecek, bu açılışa şahit olarak insanın kendini bulabileceği bir yere raptetme imkanına sahiptir sinema. Üstelik insanın cennetten düşüşü öncesindeki şiiriyetinin aksettirilmesi yoluyla bir sinema dahi mümkün olabilir. Yeter ki şehadetin ne olduğu, insanın şahit makamında olmasının ona neyi bahşedebileceğine dair fikri olsun insanın… Şiir sözle meydana gelse de sözü aşması, sözler vasıtasıyla söz düzeyinin üzerine yükselmeyi bahşetmesi dolayısıyla asırlardır kıymetinden hiçbir şey kaybetmeden kaimiyyetini sağlamıştır. Üstelik şâirler (hakiki şairler) dünyayı çocukların mistik, cazibeli görüşüne benzer bir şekilde görerek eşyanın hakikatini dilleriyle dile getirirler. Sözün taşıdığı bir yükü, belli süre sonra sözün de üstüne çıkararak mücerredi insana, daha doğrusu insanı mücerrede yaklaştırırlar. Sinemayla muhatap olurken şiir idrakına bürünmek, görüntüde ifade edilen bütün bir anlam dünyasına dikkat kesilmek, gönlünü bu görüntüye açmak demektir. Katı aklın insana bağ olması, sımsıkı sarmalamasına karşın gönlün yoluyla eşyanın hakikatine yolculuk yapmaktır burada mesele. Kâinatı bir makine gibi değil, tüm cazibeleri ve meçhullüğüyle yaratıcının bir işareti olarak okumak… “Denir ki, şiirler tercüme edilemezler. En azından dillleri, bir başka dile, anlamın ve derinliğin yitirilmesine razı olunmadan çevrilemezler. Film sanatı, işte bu yüzden “geldi”. Şiirlerin yitirilmeye başlandığı bir dönemde, hem kaybedilmiş şiiri geri getirmek, hem de tercüme edilemez şairleri tercüme edebilmek için!”

Son Söz: Filme Şahit Olmak

Zamanın üstüne çıkmaya davetli olan insan, etrafında cereyan eden olaylara sâlim bir gözle şahit olduğunda zamanın ne kadar meçhul ve cazibeli olduğuna kanaat getirecektir. İnsan Allah’ın kendisine bahşettiği “şahit olmak” makamını hayatının merkezine yerleştirirse; eşyanın rengi nefs merkezli oluştan ruh merkezli oluşa doğru evrilecektir. Şahit olmak mütehakkim tavrı terk etmek demektir. Mutlak olarak koruyan ve gözetenin yalnız Allah olduğunu ikrardan sonra biz insanoğlunun yevmü’l misak’da verdiği söze sadakati gözetmekten başka çıkar yol olmadığının ilânıdır. Film zaman içinde geçmesi ama zamanı her izleyici (şahit) için bir tecrübe unsuru halinde aksettirme imkanına sahip olması dolayısıyla şehadetin kendine ilişeceği bir sanattır. Bu sanata “tanrıymışcasına” bir gözle değil, kul olduğunun bilinciyle yaklaşmak ve bu bataklıkta yetişen nadide çiçeklerden nektar ve polen devşirmek meselenin mihenk noktasını yakalamak demektir. Adalet eşyayı hakettiği yere koymak manasındadır. Sinema sanatını hakettiği yere koyunca insanı kıskacına almak, nefsini okşama yoluyla onu kullanmak artık söz konusu olmayacaktır. Müslümanlar olarak sinema üzerine derin bir şekilde hem düşünmek hem de teoriyi pratiğe aksettirmek boynumuzun borcudur. Zamanı derinlemesine ele alan tasavvuf gibi bir hal ilmine sahip olanların hikmeti kendi ceketlerinin astarında değil dışarıda aramaları ise abesle iştigalden gayrı bir şey değildir.

FATİH TEKİN

*Bu yazı ilk olarak Dilhane Dergisinin Ağustos sayısında yayımlanmıştır. Dergiye ulaşmak için:

https://www.dilhane.net/dijital-dergi/agustos-2022

/ Published posts: 64

Nedamet'te yazar. Son Kıvılcım dergisinde editör. İlk kitabı "Modern ve Postmodern Kıskacında" 2023 yılında yayımlandı. Erzurum'la İstanbul arasında.

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.